14 Ekim 2011 Cuma

ÖZELLEŞTİRME YADA SOSYAL DEVLET VE KAMU EKONOMİSİNİN TASFİYESİ

ÖZELLEŞTİRME YADA SOSYAL DEVLET VE KAMU EKONOMİSİNİN TASFİYESİ

Özelleştirme kavramı, 24 Ocak 1980 kararlarının uygulanmasını sağlamak için, ABD emperyalizminin “our boys”unun 12 Eylül 1980’de gerçekleştirdiği faşist darbeyi takiben hayatımıza girdi.

Ancak geçmişe baktığımızda, liberallerin sürekli devleti küçültmekten bahsettiklerini görürüz. Osmanlının son zamanlarında, Prens Sabahattin’in Ahrar Partisiyle başlayan Ademi Merkeziyetçi anlayış, Cumhuriyet’in kuruluşu sonrası Celal Bayar ve
İş Bankası ekibiyle devam etmiştir. Öyle ki Celal Bayar – Adnan Menderes ekibi daha 1946’da, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun üstünden henüz 23 yıl geçmişken devleti küçültmekten, devletin ekonomiden elini çekmesinden bahsedebilmişlerdir. Nitekim daha sonra “Bize plan değil, pilav lazım” zırvasıyla bunu uygulamaya da çalışmışlardır.

Uluslar arası planda, özelleştirme çalışmaları, emperyalist devletler ve çok uluslu firmaların , IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla, gelişmekte olan ülkelerin kaynaklarını ele geçirme dayatmasından başka bir şey değildir.

ABD ve AB emperyalistlerinin başını çektiği dünyayı “serbest piyasa” ekonomilerinin hakim olduğu bir hale getirme saldırısı, özellikle 2.dünya savaşı sonrası bağımsızlıklarını kazanan ulus devletler ile, SSCB’nin dağıtılmasından sonra ortaya çıkan Varşova Paktı üyelerine yönelmiştir.  Bu saldırılarda kullanılan temel sloganlar; “Devletin Ekonomik faaliyetlerle uğraşması demokrasinin ve insan haklarının, kalkınmanın önünde engeldir. Devlet sadece güvenlik ve adaletle ilgilenmeli. Kalan bütün faaliyetler özel sektörce yürütülmelidir.

 Bu sayede toplumsal kalkınma hızlanır, demokrasi ve insan hakları-özgürlüklerin önü açılır.” şeklinde özetlenebilir. İşte bu sloganlarla yola çıkan Emperyalizmin toplum mühendisleri, bütün medya olanaklarını da sonuna kadar kullanarak hedef ülke halklarına her türlü devletçiliğin ve kamuculuğun kötü, serbest piyasa ve hür teşebbüsün ise bütün kötülüklerin ilacı olduğu fikrini aşılamaya çalıştılar.


Başta Latin Amerika ülkeleri, Brezilya, Arjantin, Şili, Meksika v.b. olmak üzere Doğu Avrupa Ülkeleri ve Türkiye’miz bu azgın saldırının hedefi oldu. Bu Ülkelerin ortak özelliği gelişen ekonomiler, zengin yer altı ve yer üstü kaynaklar ve önemli kamu yatırımlarına sahip olmalarıydı.

Bu ülke yönetimleri üzerinde etkili olan ABD ve AB emperyalistleri, kalkınmalarına ve güvenliklerine yardımcı olma kandırmacasıyla, bizdeki Marshall yardımı v.b. projelerle bu ülkeleri önce kendine bağımlı hale getirdi. Sonra ödenemeyecek borçlar altına sokarak IMF-Dünya Bankası reçetelerine bağlanmaya zorladı. Daha sonra bu borçların ödenebilmesi için ve “serbest piyasa” ekonomisine geçiş için, devletlin ekonomideki payının küçültülmesi dayatıldı. Bunun yolu da kamu mallarının özelleştirilmesiydi şüphesiz. Bu ülkelerdeki yönetici hakim sınıflar ve büyük burjuvazi yağmadan pay alabileceğini gördüğü için ağızlarının suyu akarak özelleştirme çabalarına sınırsız destek verdiler. Ama pastadaki asıl pay şüphesiz çok uluslu şirketlerin oldu.

Türkiye’miz, ulusal kurtuluş savaşı sonrası; kimsesizlerin kimsesi olan bir Cumhuriyet olarak kuruldu. Osmanlının başına gelenlerden ders çıkaran kurucular, Tam Bağımsızlık ilkesi temelinde bir yapılanmaya giderek; Şeker Fabrikaları, Sümerbank ve Etibank başta olmak üzere gerekli kamu kuruluşlarını hızla oluşturma yoluna gittiler. Türkiye savaşın acı ve yıkımını sararak hızla kalkınmaya, büyümeye başladı. 1930’lu yıllarda dünya ekonomik alanda bir Türk mucizesine sahne oldu. Bu dönemde ABD’de başlayarak bütün kapitalist ülkeleri ve dünyayı etkileyen ekonomik krizden Türkiye etkilenmedi. Bu da ekonomideki kamu ağırlığından kaynaklandı. Onuncu Yıl Marşındaki coşku ve özgüvenin arkasında bu ekonomik yapı ve anlayış vardır. Mustafa Kemal ATATÜRK döneminde başlatılan Kamucu anlayış  arada kesintiler olsa da esas olarak 1980’e kadar devam etmiştir.

12 Eylül 1980 faşist darbesini takiben Türkiye yönetimine tam anlamıyla hakim olan ABD emperyalizmi ve yerli işbirlikçileriyle bu dönemin sonuna gelinmiştir. Kenan Evren’in başında olduğu faşist cunta iktidara el koyduğunda ülkemizin iç ve dış toplam borcu 13 milyar amerikan dolarıydı. 12 Eylül Hükümetleri döneminde ekonominin başına getirilen Turgut Özal’ da simgeleşen ABD ve serbest piyasa yanlısı ekonomik çizgi; ülkemizde karma ekonomi modelinin terk edilerek, özel sektöre yol verilerek, kaynakların aktarılmasına yol açtı.

Bu dönemde ilk özelleştirme tartışması hatırlanacağı üzere Boğaz Köprüsü hisselerinin satılması idi. Bu süreçte ülkede öyle bir hava estirildi ki, özelleştirmeyi savunmamak, devletçiliğe karşı çıkmamak adeta ihanetle özdeşleştirildi. Bırakın, Kapitalizmin-Liberalizmin savunucularını, Sosyal Demokratlardan, kimi “Kemalistlere” onlardan Özgürlükçü “Sosyalistlere” kadar herkes özelleştirme savunucusu ve devletçilik karşıtı haline geldi.  Sırasıyla; ANAP, SODEP, DYP, SHP, CHP, DSP, MHP, RP ve en son AKP, hepsi özelleştirme savunucusu ve uygulayıcısı haline geldi. Aralarındaki tartışma “biz daha iyi özelleştiririz, biz daha az  peşkeş çekeriz, biz daha hızlı satarız, babalar gibi satarız.” noktalarında cereyan etti. İş o hale geldi ki, CHP içinde ATATÜRK’ün Altı Ok ilkesinden Devletçilik ilkesinin tüzükten çıkarılması bile tartışıldı, en son “bir hatıra resmi olarak duvarda asılı”durmasına karar verildi. İşte bu süreçte “devlet sütçülük, kasaplık mı yapar” denilerek EBK (Et ve Balık Kurumu) ile SEK (Süt Endüstrisi Kurumu), arkasından Çimento Fabrikalarıyla başlayan özelleştirme süreci, hiçbir yasa, mahkeme kararı ve ülke çıkarı kaygısı taşınmaksızın Etibank, Sümerbank, Emlak Kredi Bankası, Limanlar, Hava meydanları, Devlet Üretme çiftlikleri, SEKA Kağıt Fabrikaları, Şeker Fabrikaları, Petrol Ofisi, Telekom, Tekel, Seydişehir Alüminyum Tesisleri, Karabük, İskenderun, Divriği ve Ereğli Demir Çelik Fabrikaları v.b. Cumhuriyet tarihimiz boyunca oluşturduğumuz bütün değerler pervasızca özelleştirme adı altında, arsa fiyatının bile altında, yabancı ve yerli sermayeye peşkeş çekildi. Bu çabalar sonucu satılan tesislerin büyük bölümü, bırakın yeni istihdam ve üretim alanı açmayı tamamen kapandı.

 Ülkemizin 2006 yıl sonu itibariyle iç ve dış borç toplamı (kesin rakamı Hazine Müsteşarlığı da saptayamamaktadır.) genel kanıya göre yaklaşık 400 milyar dolara ulaşmıştır.Yani bütün özelleştirme, kamu varlıklarını satıp savma sonucu, borç azalmadığı gibi, 1980’de 13 milyar dolar iken günümüzde yaklaşık 400 milyar dolara yükselmiştir.  Bu özelleştirme uygulamalarından geldiği ilan edilen yaklaşık 30 milyar doların 17 milyar dolarının gene özelleştirme çalışmaları için harcandığının açıklanması ise içinde bulunulan acıklı durumun en çarpıcı göstergesidir.

 Bu tablo bile özelleştirme denilen nesnenin, kaynak yağması ve azgın bir sömürü yöntemi olduğunun açık göstergesidir. Bize ve bizim gibi ülkeler devletin ekonomideki payının küçültülmesini şart koşan ABD ve AB’de durum bu açıdan çok ilginçtir. (ABD’de %47, AB ülkelerinde ortalama %48 bizde ise bilinen son rakam %26). Bu azgın özelleştirme saldırısı nihayet asıl hedefi olan,  sağlık, sosyal güvenlik ve eğitim alanına gelmiş dayanmıştır. Nihayet bu güne kadar değişik gerekçelerle özelleştirmeyi ve devletin küçülmesini savunan kimi çevreler tavır almak zorunda kalmışlardır.

 Özelleştirme politikaları sadece basit bir ekonomik eylem değildir. Tam tersine Emperyalizmin Siyasal ve Sosyal toplum mühendisliği çabalarının doruk noktasıdır. Bu politikalar, Toplumculuğun yerine bireyciliğin, dayanışmanın yerine neme lazımcılığın aldığı bir toplumsal siyasal sistemin alt yapısıdır. Özelleştirme faaliyetleri sonucu, ülkemizde bölgeler arası gelir dağılımı dengesi iyice bozulmuş, işsizlik tahammül edilemez boyutlara ulaşmıştır. Çalışan kesimler ve İşçiler arasındaki örgütlenme çabalarına büyük darbeler vurarak sendikaları önemli ölçüde iş yapamaz hale getirmiş, kayıt dışı ekonominin yolunu açmıştır. Anadolu’da özelleştirilen kamuya ait fabrikaların büyük ölçüde kapanması, büyük şehirlere göçe yol açmıştır.

Gelir dağılımındaki bozukluk, işsizlik, giderek artan yoksulluk Cumhuriyet’in dayandığı insan malzemesinde büyük tahribata yol açarak, laik yaşamın altını günden güne oymaktadır. Karşılarında ”Kimsesizlerin Kimsesi” sosyal devleti bulamayan onuru kırılmış, işsiz ve yoksul halk kitleleri, erzak, kömür, para veya sıcak aş hatta yanında cennet bile veren dinci gericiliğin, tarikatların, hilafet özlemcilerinin kucağına itilmektedir. Sistem insanları önce işsiz, aşsız, çaresiz, yardıma muhtaç bırakıp, arkasından onları yardımlarıyla esir almaktadır.

Son günlerde TÜRK İŞ olmak üzere sendikalar mahkeme kararıyla özelleştirilmeleri iptal edilmesine rağmen kamuya devredilmeyen tesislerle ilgili mahkeme kararlarını uygulamayan, yönetici ve bürokratlar hakkında ceza davaları açmaya başlamıştır. Böylece siyasi iktidarların arkasına sığınarak kamu malının gasp edilmesine seyirci kalan bürokrat ve yöneticiler devri sona erecektir.

Özellikle son 25 yıldır uygulanan, serbest piyasa ekonomisi ve özelleştirme çalışmalarının, artan iç ve dış borç, borsadaki  sıcak para kaçar korkusuyla ortaya çıkan siyasi ve ekonomik bağımlılık artışı, işsizlik, yoksulluk, gelir dağılımı bozukluğu, toplumsal dokunun tarikatlarla kuşatılması ve toplumsal çürüme  sonuçlarına yol açtığı açıkça görülmektedir. Gerek ülkemizdeki 1920’lerden 1970’lere kadar uzanan uygulamalar, gerekse  başta Hindistan, Rusya, Çin ve Latin Amerika Ülkelerindeki gelişmeler, Ekonomik ve Toplumsal kalkınmanın serbest piyasa ekonomisiyle değil, tam tersine kamu ağırlıklı karma ekonomik modelle olacağını ortaya koymaktadır.

Dünyada ve ülkemizde neo liberalizm denilen emperyalist saldırı sona yaklaşmaktadır. Önümüzdeki süreç, işçisi, köylüsü, esnafı, ulusal sanayici, tüccarı ve devrimci aydınlarıyla emekçi halkımızın örgütlenerek siyaset arenasına çıkışına sahne olacaktır. Anti Emperyalist temelde örgütlenen halk kitlelerinin siyasi iktidarı , özelleştirilen bütün kamu kurum ve kuruluşlarının, önem sırasıyla mutlaka yeniden kamulaştırılmasını sağlayarak, bağımsız, halkçı,kamucu ve aydınlanmacı Türkiye Cumhuriyeti’ni yeniden yapılandırıp, kimsesizlerin kimsesi haline getirecektir.

Feyzullah ÖZTÜRK
Ekonomist


ANKARA  7 Mart 2007

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder